28 Aralık 2007

Zinhar günah!

Burunlarını ve ellerini-kollarını her yere uzatmayı son dönemde iyice abartan "ötekiler", ilaç araştırmalarıyla ilgili Etik Kurul'a da bir adet din adamı sokmayı başardılar. Bundan sonra yan etki olarak saç döken ilaçlar için "Kadının her saç telinde bir tane melek yaşar, onları döktüremeyiz, günah!", baş ağrısı yapan ilaçlara "Kadının zevcelik görevini yerine getirmesine mani olur, zinhar günah!", mide bulantısı yapan ilaçlara "Allah'ın nimetlerini midede tutmayarak çöpe gönderir, israf, büyük günah!", anestezik etkili ilaçlara "Alkol bütün kötülüklerin anasıdır, uyuşmak büyük itaatsizliktir, günah!" gibi yorumlar duyacağız gibi görünüyor.

Ağız tadıyla bi öksürük şurubu bile içtirmeyecekler yahu!


NTVMSNBC’nin sorularını yanıtlayan ilahiyatçılar konuya bakış açılarını gayet güzel açıklamış zaten: ‘Haram maddelerin ilaç yapımında kullanılıp kullanılmayacağı konusuna açıklık gelir.’ Peh!

Haberin devamı için: http://www.ntvmsnbc.com/news/430706.asp

25 Aralık 2007

Tanrılar insanların plan yaptıklarını görüp gülerlermiş.

Artı+k

Öyle ya da böyle, düşe kalka, deneye yanıla yapmaya çalıştığım bazı şeylerin bin kat iyisinin yapıldığını görünce o kadar yılıyorum ki. Artık resim yapmayışım da bundan, fotoğraf çekmeyişim de, adam gibi yazı yazmayışım da, hatta oturup kendimden geçerek okumayışım da. Acaba doğuştan bahane üretici miyim, doğuştan isteksiz mi yoksa doğuştan kıskanç mı?



24 Aralık 2007

Fly fly little fly

1 haftadır kullanmadığım banyomda dün 3 tane küçük sinek öldürdüm. Ben giderken yoktular. Maksimum 1 hafta süren hayatlarını 4 metrekarelik beyaz ve soğuk bir odada geçirdiler. Yaşamlarının anlam(sızlığ)ını sorgulayıp depresyona girecek, sonra da intiharı düşünecek zamanları bile olmadı.

Yazık...




5 Aralık 2007

Melancholia

Sevdiğim kaza geçirdi, ayak bileğini kırdı.
Ben doktora gitmedim, sonunda bronşit oldum.
Uçak düştü, Berkol öldü.

Bazen olan bitende mana aramamak lazım sanırım. Çünkü yok.




22 Kasım 2007

Moodest

7'yi 20 geçiyordu evden çıktığımda. Çantaların birinden en sonunda bulabildiğim mp3 playerımı taktım kulaklarıma. En son sen kullandığın için içinde ne var bilmeden bastım play tuşuna. Birkaç folder atladıktan sonra çıktı "In the Mood for Love" karşıma.
Hava buz gibiydi ya, gözlerimi yaşartan şey rüzgar mıydı yoksa şu salak duygusallık denen şey mi bilemedim. Bu aralar fazla mı mood'dayım, yoksa iş sadece kendimi buna inandırmaktan mı ibaret bilemedim. Love için mood gerekli midir, yoksa o mood-proof mudur onu da bilemedim. Keman sesi inceden işe işlerken buz gibi rüzgara karşı görüşüm bulanık bulanık servise koştum. Kapıyı açınca stop'a bastım. Hepsi bitti.


12 Kasım 2007

Ya şundadır ya bunda

Bir şeyi yapmayı çok isteyip de aslında yapmamanız gerektiğini bildiğiniz oldu mu hiç? Çikolata yemek isteyip de kilo almamak için reddetmekten bahsetmiyorum ama. Daha ciddisi. Sınava çalışmanız gerekirken izlediğiniz o salak Van-Damme filminden de bahsetmiyorum. Bu kısır döngüye bir son vermek zorunda olduğunuzu bildiğiniz ama o lanet iç sese kulağınızı tıkayıp içinizin aktığı yere yönelmek isteyişiniz, bahsettiğim şey.
Islanınca hasta olacağınızı bile bile yağmur altında yürümek gibi ya da parmaklarınızın yanacağını bile bile o kestaneye uzanmak gibi belki. Ya da bunlar da değil. Ertesi gün midenizin dışarı çıkacağını bile bile şişenin dibine vurmak gibi ya da kaybedeceğinizi bile bile hileli bir masada kumar oynamak gibi. Ya da bunlar da değil. Gidenlerin geri dönmeyeceğini bilip beklemeye devam etmek gibi ya da öleceğini bile bile yaşamak gibi. Ya da bunlar da değil. Hepsi ve hiçbiri. Hiçbiri ama hepsi gibi.

Yarını düşünmeden bugünü yaşamak gibi ya da herşeyi boşverip mutlu olduğunuz şekilde davranmak gibi. Evet evet, tam olarak bunlar gibi.



A'yı mı seçmeli B'yi mi? İlk aklımıza gelen doğrudur kuralıyla yapılmaması gerektiğini düşündüğümüzü mü işaretlemeli, akıllı olmak adına dümdüz yaşamayı mı? N'apmalı ne etmeli ki? Ooo portakalı soydum başucuma koydum...

1 Ekim 2007

Zaman dediğin...

Eylül'ü de bitirdik sonunda. Zamanın göreceliğini inatla kanıtlarcasına benim için bu 1 ay=1 yıl gibiydi. 1 yıl yaşlandım sanki, 1 yıl çöktüm, 1 yıl olgunlaştım, 1 yıllık kaybım ve 1 yıllık kazancım var. Üzerinden 1 yıl geçmiş gibi unuttum Eylül başını, tatlı mazi ile acı geçmiş karıştı 1 ayda. Yoruldum 1 yıldır kendime telkin yapmaktan, 1 yıldır gözlerim şiş geziyorum ağlamak ve uykusuzluktan. 1 aylık maaşla 1 yıl geçindim, 1 yılda tüketeceğim zararlı neşriyatı 1 ayda tükettim. Günlük tuttum 1 ayın içine 1 yılı sıkıştırıp, üstüne de 1 yıl düşünüp 1 günde sildim hafızamı. 1 güne daha ihtiyacım kaldı, 1 yılı daha atlatabilmek için.

Bir de dışarıdan bakın bana, her şeyim nasıl da aynı değil mi? İlüzyon budur.



28 Eylül 2007

Oh Baby Baby

Ne zamandır görüyordum sağda solda, hatta profil fotoğrafı olarak kullanmışlığım dahi vardı bu cici bebekleri. Sonra Halep Pasajı'ndaki çerçi dükkanında 2 YTL'ye satılan süper düper cep aynalarının üzerinde de gördüm bu bağyanları. Bugün ofiste canım sıkılmışken dur bakıyım dedim, her ünlü gibi kesin iç burkan bir hikayeleri vardır bunların da.
Araştırmacı kişiliğim yaklaşık 1 dakika 35 saniye içinde cins isimlerinin Blythe Dolls, özel isimlerininse bildiğin insan adı gibi Mary, Jane, Amanda, Julia, Rose diye gittiğini öğrendi. Acılı hikaye konusunda da hislerime güvenmekle akıllılık etmişim, zira bu bebekler ilk piyasaya çıktıkları 1972 yılında tam bir hayal kırıklığı yaratıp hak ettikleri ilginin binde birini görememiş garibanlarmış. Kafalarının arkasındaki ipi çekince kırpışan gözleri ve kutudan çıkan bir çeşit lens sayesinde değişebilen göz renkleriyle sükse yapılacağı düşünülen bebeklerimiz, bunca ekipmanın ancak dana gibi bir kafaya sığabilmesiyle baştan denge ve estetik konusunda sınıfta kalmışlar o zamanın beğenisine göre. Sadece bir yıl üretimine devam edilen bu zuzaylı bebekler, o yıllarda koleksiyonerlerin ilgisini çekmekteymiş yalnızca.
Çok sonra, 1997 yılında, Gina Garan isimli televizyon yapımcısı bir kadına bir arkadaşı "Ahaha sen bu bebeğe benziyorsun" diyerek bir bebek vermiş. Gina da "Sen bana kocakafalı mı demek istiyorsun iblis" deyip bebeği arkadaşının kafasını vura vura parçalamak yerine evdeki eski kamerasını deneyeceği sırada ilk modeli olarak kullanmış. Sonra kadın delirmiş ve gittiği her yere bu bebekleri götürüp orda burda yüzlerce fotoğraf çekmiş. 1999 yılında Gina'nın, koca gözlere olan "hayranlığı" ile bilinen Japon ırkına mensup bir amcaya bu fotoğrafları göstermesiyle de amca bebeklere aşık olmuş ve kader yürrü ya kulum demiş adeta.
Bir takım olaylar olmuş olmuş (üşendim şimdi, gereksiz detaylar) ve Haziran 2001'de bunca yıldan sonra ilk defa Blythe bebekleri tekrar üretilmeye başlamış. Başlangıç o başlangıç. Bugün bu bebeklerin en çirkinleri e-bay'de 50 dolardan başlıyor, şanslı Gina da orda burda bebek fotoğrafları çekerek köşeyi dönmüş durumda.
Kıyafetleri ve saçı başıyla her birinin farklı bir imajı olan bu bebeklerin kıyafetleri de ayrı bir dünya. Görünce çıkarıp giymek isteyeceğiniz kadar tarz ve şık bu kıyafetleri insanlar üşenmiyor örüyor, dikiyor, tadilatını yapıp bebeğine giydirip fotoğraflarını çekiyor, cümle elaleme internetten yayıyor.
O derece güzel ve imrendiriciler ki daha sonradan pek çok taklidi de piyasa sürülüyor Blythe kızlarının. En bilineni bu yaz gudik bir filmi de çekilen Bratz. Televizyonda gördüğümde -utanarak söylüyorum ki- baya komik bulup güldüğüm Koca Kafalar bile bunlardan çıkmış olabilir, o derece.
Ama itiraf edin, etkilenilesi değil mi hakkaten.

11 Eylül 2007

Mersi BOKu

Öğle yemeği vakti gelmek üzere, böyle iştah açıcı fotoğraflar koymamın sebebi ise ağzımın suyunun akması filan değil. Aksine gördükçe midem bulanıyor daha da (hayır, hamile de değilim). İşin mutfağını öğrendiğim an itibariyle gurme geçinen yamyamlardan da, Fransızlardan da, bu işi körükleyen zenginlerden de, züppelerden de, para için her boku yiyebilecek üreticilerden de, menülerine bu zımbırtıyı ekleyen ahçılardan da, bu fotoğrafları çeken yemek fotoğrafçılarından da tiksiniyorum.

Bu gıdanın adı foie gras. Özel bir yöntemle beslenen kazların ciğerlerinden yapılan ultra lüks ve pahalı bir yiyecek. Hani şu ekmeğin ucuna bıçakla azıcık sürülüp yenen cinsten...


Buraya kadar sorun yok gibi. Konuyu azıcık açtığımızda ise bu özel besleme yöntemi insanın midesini en az beslenen kazlar kadar bulandırmakta. Ciğerlerinin iyice yağlanıp normal büyüklüğünün 4 katına ulaşabilmesi için kazlar yedikleri önlerinde, yemedikleri de önlerinde yöntemiyle beslenip günlük yemeleri gereken gıda miktarı boğazlarından aşağı huni ile tıkılmak suretiyle şişiriliyorlar. Konuyla ilgili olarak içim kaldırır diyenlere uygun bir video da mevcut. Ben gördüğümden beri aklımdan çıkaramadığım için resmini direk koymuyorum. Linklerde ve videoda bu görüntüler mevcuttur.

Bu Fransız züppeleri mutfağımız meşhur diyerek kesip biçtikleri cümle hayvanat ile gurur duyadursun, tepkiler de yükselmiyor değil. Fakat "Daha insan haklarını halledememiş bir dünyada hayvan hakkı da neymiş" düsturuna yaraşır biçimde itirazı olanlar kendi hallerinde takılmaktan öteye gidemiyorlar.
İnsanların bu zavallı hayvancıklara yaptıklarını gördükçe Panter Emel'e yandaş olasım geliyor...

6 Eylül 2007

H e r ş e y



Blur. Buna bir son vermeli artık.

30 Ağustos 2007

Progressive Gece Şiirleri / #11168184

Ben

Sen

O

Siz

Siz

Onlar

16 Ağustos 2007

İngilizlerin dediği gibi; Faysbuk men!

Son birkaç gündür dertsiz başımıza dert almış bulunuyoruz, ki bu derdin adı da facebook.
Kim kimle birlikteymiş, hangi dakika iş karışıklaşmış, ne aşamada ayrılınmış, yenisi kaç gün sonra bulunmuş gibi daha Paparazzi'sel kısımlarının yanında kim hangi ülkede ne masterı yapıyormuş, ne zaman mezun olacakmış, ne tür aktivitelerde gününü gün ediyormuş gibi daha haset'sel mevzular da bulunmakta bu ilim ve irfan yuvasında.
Yalnız bu bondage sitesi (herkesi bir yerlere bağlama babında) bende yoktan yere bir sıkıntının vuku bulmasına neden olmuş durumda. Ordan burdan tanıdığım, ama çok daha muhabbetim olmayan insanları listeme eklesem mi eklemesem mi ikilemindeyim.
Aman ne var bunda diyenler için;
Eklersem; "Bu da listesini kabartmak için önüne geleni ekliyor arkadaş diye, arkadaşım değil ki bu benim". Ya da "Tanıyorum bu kızı ama nerden?" Hatta daha beteri; "Bu kim ya?" En rezili "Facebook sapığı!"
Eklemesem; "Kendini ne sanıyor da arkadaş değilmişiz gibi davranıyor?!" Dahası "Kendini ne sanıyor da tanışmıyormuşuz gibi davranıyor?!" Daha kötüsü "Bu çok değişmiş". En beteri "Bir daha yüzünü görsem tanımam!"
Uzun lafın kısası, beni bu dertten kurtarmak isteyen pek değerli ve sevgili tanıdıklarım! Bu sözüm size. Bilgisayar başında geçirdiğimiz saatlerin içinde payını sinsi sinsi arttıran bu naled Facebook şeysinin oyunlarına gelmeyin, beni gördünüz mü ekleyin, tribal olaylara girmeyin, biliyorsunuz ki ben sevgi dolu bir insanın ipnelik bilmem.

Öperim sizi.

Ha, bir de şöyle bir yan etkisi var ki çocuk pek güzel anlatmış. Tanımam etmem ama yürekten destekçisi oldum.

13 Temmuz 2007

Before sunrise it is always the darkest.

- Have you ever heard that as couples get older, they lose their ability to hear each other?
- No.
- Well, supposedly, men lose the ability to hear higher-pitched sounds, and women eventually lose hearing in the low end. I guess they sort of nullify each other, or something.
- I guess. Nature's way of allowing couples to grow old together without killing each other.


19 Haziran 2007

Yemyeşil Bursa

geçen hafta bursa'daydım. haftaya gene bursa'dayım. şurdan kısaca söyleyebilirim ki bursa iğrenç bir yer. gitmeyin, gittirilmeyin. fabrikası bursa'da olan bir işe girmeyin. bursa'da oturan müsakbel kaynananızın ordan taşınmasını sağlayın (bu farazi birşey tabii). velhasıl kelam, neden bu kadar gıcık oldum yeşil şehir bursa'ya? hemen açıklayalım gerçekleri:

efenim ben hayatımda bu kadar, tabiri caizse, taş hatunu sokakta bir arada yürürken görmedim. bu ne rezalettir yahu! kıyafetler inanılmaz, fakat bir tek göbek dekoltesi hayatlarında görmemiş olacaklar ki bilmemkaç yüz çift göz kısa t-shirt'ümün kenarlarında dolaştı durdu. ve tabii ki evrensel gerçek olan güzel kadınların çirkin erkeklerle beraber olması kuralı bozulmuyor, bunca afet-i devran yanında sokaklar maymun adamlardan geçilmiyor! sanırım bursa'lı taş hatunlarımız da kendilerine yakıştıramıyorlar bu adamları ama elimizde bunlar var napalım diyorlar ki sokakta toplasan 100 çiftten ancak 2 tanesi el ele. göster ama elletme gibi bir durum mudur nedir anlayamadım ki... (söz meclisten dışarı, belki de göreceli olrak bunca güzel yaratık yanında tipsiz kalıyodur bu adamcağızlar ya da o gün dışarıya sadece çirkinlerin çıkası gelmiştir ya da öyle birşey işte.. :p )

peki bu kadar sarışın, açık kumral, mavi-yeşil-ela gözlü, ince belli, küçük popolu, uzun boylu hatun bu güzide anadolu şehrinde ne arıyor?? üstelik de taşlı gözlükler, kırmızı rugan pabuçlar, fosforlu renkte body'ler gibi ayrıntıları üzerlerinden hiç düşürmeyerek adeta "bende rusluk var yahu ezelden" diyorlar?? zihnimizde oluşan bunca soru üzerine hemen gözümüzü belediye otobüslerinin arkalarına çeviriyoruz; o da ne?

"bulgaristan'a aktarmasız seferberlerimiz başlamıştır!!"

bunlar göçmen yahu!! şehir göçmen dolu. biri gelmiş yerleşmiş herhalde şansına, sonra bakmış etraf yeşil, cami filan var bolca, amcasını da çağırmış. gelen amca yanında baldız, bacanak ne bulursa toplamış getirmiş. bu gelenlerden gelenler olmuş, olmuş da olmuş yani. ne olmuş sonunda, gökten üç elma düşmüş. biri sarışına biri kumrala biri de kızıla (en güzel elma kızıla ha)


Bkz. Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası. Sizce de savımı desteklemiyor mu??

5 Haziran 2007

hüeyt ulen


i am the queen of the cups.

so... who the hell is this?




28 Mayıs 2007

No se S01E02


zaman çok yavaş, ama bir o kadar da hızlı geçip gidiyor.
dakikalar emeklerken haftalar birbiri ardına devriliyor.
bense ay gibiyim. kendimin ve dünyamın çevresinde dönüp duruyorum bir yere gidemeden.
altını gümüşe dönüştürüyorum ama kimse gümüşün saflığını takdir etmiyor. altının pırıltısını bekliyorlar benden, ama ben altını hiç sevmedim ki.
dünyam ışığını döktüğü kadar karanlığını gösteriyor yüzüme. ama dönüşü hiçbir yörüngeye uymuyor. tahmin edilemiyor. sezilemiyor bile.
kainatta birden fazla aydan bahsedilirken tek dünya olması sinirlerimi bozuyor. mahkumiyet fikri bile yeterince soğutucuyken ben neden hala burda dönüp duruyorum?
bilmiyorum. biliyorum ama kabul etmek istemiyorum. bilmiyormuş gibi davranmak daha az can yakıcı.
keşke delirsem. deliler mutlu olurmuş...


14 Mayıs 2007

No se.


bazen, sadece bazen... hayatımda büyük yer kaplayan bazı insanları hiiiiiiiççç tanımamış olmayı diliyorum.
hayat daha mutlu olurdu benim için sanırım.
ya da olur muydu ki?
olurdu galiba.


8 Mayıs 2007

İtiraf.com

Herkesin garip(!) zevkleri var olabilir, değil mi?

Hatta bakalım bakalım popüler kültüre.

Bugün kendimle ilgili ifşa edeceğim zevkse böyle sapıkça sayılmaz sanırım. En azından aynı görüşü paylaştığım insan sayısını düşününce çevremde bu kadar sapık yoktur herhalde deyip avunuyorum.


Şöyle ki; zevk objemiz kulak çubuğu. Ya da pamuklu çubuk ya da kulak pamuğu vb.

Duştan sonra bu müstesna objeyi kullanarak önce kulağın içini temizleyip sonra da küçükken annenin yaptığı gibi kulak kepçesinin kafayla birleştiği yeri şööyle bir silince... AAhh benden mutlusu yok yahu!



7 Mayıs 2007

ooff

bu hafta da sayısal çıkmadı.
hay a.k. ben böyle işin!!!

4 Mayıs 2007

Fark ediş

İtü-fest'e gideceğim bugün.
Sinir olacağım.
Bi dolu tıfıl etrafta ben yetişkin oldum edasıyla salınacak.
Daha 25'ini dolduramamış ben, kendimi yanlarında ya uzaylı ya da 45'lik gibi hissedeceğim.
Elimin tersiyle çarpmak geçiyor içimden ağzını ayıra ayıra konuşan güya alternatif, aslında hard-copy emolara. Hınç doluymuşum, yeni farkettim.



20 Nisan 2007

Dın dırı dın



Kulağında mp3 player, video klip tadında yürüyen bir insan olasım var arada sırada. Düşününce ne kadar saçma geliyor ama yavaş bir parça dinliyorsanız yavaşlıyor doğa da. Ritim girince koşturmaya başlıyor çocuklar, yaprakları savuruyor rüzgar filan. Hayalgücüm geniştir tamam da, bu kadarını ben bile yapamam sanırım. Bu işte bir iş var :)


18 Nisan 2007

The awful truth

Is it so?


17 Nisan 2007

Körü Körüne Yaşamak.

Hiç yaşamadığım komik ve yanağında 2 damlı yaşlı ergenliğime döndüm gibi. Baksanıza, yine şiir yazacağım. Bahar geldi ya, ondandır belki. İdare edin..
Ama o kadar güzel yazmış ki Can Baba... İnsanın yüreği sıkışabiliyor sadece okurken, sertlikten ve gerçeklikten. Başka da birşey değil...

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.

Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.

Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim" diyeceksin.

Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.

Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...



A pretty good summary.

Daddy was a soldier he taught me about freedom
Peace and all the great things that we take advantage of
Once I fed the homeless, I'll never forget
I look upon their faces as I treated them with respect
And

This is my Vietnam
I'm at war
Life keeps on dropping bombs
And I keep score

Momma was a lunatic, she liked to push my buttons
She said I wasn't good enough, but I guess I wasn't trying
Never like school that much, they tried to teach me better
But I just wasn't hearing it because I thought I was already pretty clever
And

This is my Vietnam
I'm at war
Life keeps on dropping bombs
And I keep score

This is my Vietnam
I'm at war
They keep on dropping bombs
And I keep score

What do you expect from me?
What am I not giving you?
What could I do for you to make me OK in your eyes?

This is my Vietnam
I'm at war
They keep on dropping bombs
And I keep score

This is my Vietnam
I'm at war
Life keeps on dropping bombs
And I keep score

This is my Vietnam
This is my Vietnam

10 Nisan 2007

Yok ol Yok ol Yok ol!

Blog'un dibinde şöyle bir link var;

Kaydol: Yazılar (Atom)

Kaydolmak istemiyorum. Bu link'in görünmesini de istemiyorum. Ama template'i milim milim taramama rağmen buna refer eden bir şey bulamadım. İsyancıyım, anarşistim.
3 kere "Yok ol!" desem işe yarar mı acep?

30 Mart 2007

god bless the u.s.a.

sam amca arkanızda.
counter koydum, artık her hareketinizi izleyeceğim! nihahahaha
her hareket değil tabii de, yerseniz işte.


28 Mart 2007

spring


mart ayı da devrildi gitti.

kendim adına yine hiçbir şey yapmadığım bir ay olmak üzereyken son bir hamleyle dün havuza gittik. 2 yıldır ayağını suya sokmamış ve bu arada bol bol dumanlanmış biri olarak performansım göz doldurdu. (benim gözümü) ayrıca klorlu su da gözümü doldurdu, acilen bir gözlük alınmalı.

o kadar uzun zamandır kendime dair bir plan yapmamışım ki, bu spor kompleksine üyeliğe karar verdiğimde kendimi çok özgür, rahat ve güçlü hissettim. kendi hayatımı kendime göre planlamaya ne zaman ara vermişim bilemedim, ama şimdi farkediyorum ki buymuş üzerimdeki "ölü toprağı". fazla mı anlam yükledim buna? belki. ama neye ihtiyacınız olduğunu ona rastlamadan bilemiyorsunuz bazen.

bu sene yaz gelmeyecek diyorlar, ben bahara girdim bile :)




24 Mart 2007

Uykusuz


Kare karalamacanın ustasıyım.
Gözlerinin hastasıyım.

1 Mart 2007

mazi

Çocukken "Uçurtmam Bulut Şimdi" diye bir kitap okumuştum.
Adını aratayım dedim google'da, tanıdık cümlelerle dolu bir sayfaya denk geldim.
3 yıl önce tuttuğum blog!
Kimsesizler mezarlığında eski bir dostumu bulmuş gibi hissettim. Karar veremedim hangi adreste devam edeceğime. İtiraf ediyorum, seni hemen gözden çıkarttım blogspot. Sonra eskiyi eskide bırakmaya karar verdim. Orda duruyor, en azından ben varlığını biliyorum.
Ben bilmesem yok bile sayılabilirdi, hiç var olmamış gibi...

9 Şubat 2007

cloud.claude.close.santa.gift.red

bu adresi silgimin üzerine yazıp boynuma asmalıyım sanırım. sürekli unuyorum varlığını, küsüp silecek blogger diye de endişelenmiyor değilim. sevgili blokçum, bu aralar yaptığımız fotoblok senin tırnağının köşesi bile olamaz üzülme, ben dönüp dolaşıp sana gelirim yine.

eylül'de yazmışım en son. o kadar çok şey oldu ki o tarihten beri. çok ağladım, çok üzüldüm, çok kızdım, çok savaştım, çok kazandım, çok yalnızdım, çok eğlendim, çok sevdim, kendi kendime yaşadım çoğu şeyi kimsenin ruhu duymadı. doğarken de ölürken de tek başınayız biliyorum, yaşarken de tek başına olduğumuzu yeni öğrendim. öğrenmenin yaşı yok..

gökyüzüne bakıyorum arada. herşey o kadar güzelken ben neden bu kadar mutsuzum diye. mutlu oluyorum sonra bir an, geçiyor herşey. sonra yine bulutlara dalıp gidiyorum. berrak bir gökyüzüne ihtiyacım var.